Sponsorlu Bağlantılar

20 Ocak 2012 Cuma

Antik Mısır’da Tıp


Eski Mısır’da tıbbın ulaştığı gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra birçok tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000′lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.

Bugün bilimsel tespit yöntemleri kullanılarak, mumyalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda Antik Mısır’da beyin ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır.1 Üstelik bu ameliyatlar oldukça profesyonel yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonra hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.2
Diğer bir örnek ise bazı ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça hızlı bir ilerleme kaydeden deneysel bilim sonucunda tıp alanında da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslında bunlara “keşfedildi” demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir bölümü Antik Mısır’da zaten kullanılıyordu.3
Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en önemli eserlerden biri de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama konusunda yüzlerce farklı teknik kullanmışlardır.
Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak sağlayan mumyalama işlemi, aslında oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu konuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir: İlk önce ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beyin alınır, vücut sterilize edilir ve beden natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Daha sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar gibi vücudun eklemli yerleri çamur ya da kumla sarılır, sonra beden reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir çeşit sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir çeşit merhemin vücuda sürülmesinden sonra da ince bir keten tülle örtülürdü.4
http://hrsbstaff.ednet.ns.ca/waymac/images/Egypt/egypti16.jpg
-Mısır’da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda çeşitli hastalıkları tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki gibi farklı alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her konuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.
-Ayrıca Kom Ombo’daki bir başka tapınak duvarındaki rölyeflerde bir cerrahi alet kutusu resmedilmiştir. Bu kutuda büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, küçük kancalar ve pensler mevcuttu.
-Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarılı bir biçimde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.
-Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına rağmen yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü’nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların estetik yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.
-Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı.
-Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar bu tür tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Ayrıca, Mısırlılar antibiyotiğin farklı çeşitlerini biliyorlardı. Belli türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.5
http://www.crystalinks.com/egyptplant.gif
Görüldüğü gibi Mısır medeniyeti tıp konusunda oldukça önemli adımlar atmış, tedavi yöntemleri geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Yapılan kazılarda, tıp alanında sağlanan bu önemli başarıların yanı sıra, Mısırlıların şehir planlamacılığı ve mimari gibi konularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır. Mısır’daki bilimsel gelişmelerin bu derece ilerlemiş olması ve günümüzdeki tekniklerin hastalara uygulanması eski devirler hakkındaki tüm yanlış inanışları da yıkmıştır.

Tufan’a Doğru ve Sonrasında Mısır’da Yaşananlar


O, iki Doğu’nun Rabbi’dir , iki Batı’nın Rabbi’dir. ” (Rahman Suresi : 55/17 )
Günümüzde yapılan jeolojik ve kilimatolojik araştırmalar, Herodot’un aktardığı Mısırlı rahibin sözlerini doğrulamış­tır çünkü eldeki bilimsel veriler kutupların birden fazla yer değiştirmiş olduğunu kesin olarak göstermektedir. En son kutupsal değişimin Atlantis’in batışına denk gelen tarihlerde meydana geldiği tahmin edilmektedir.

Atlantis’teki Osiris Öğretisi
Bu büyük felâketler zinciri henüz daha başlamadan önce Mu ve Atlantisli rahipler yaşanacaklardan haberdardılar ve bu konuda halklarını çok önceden uyarmışlardı. Beklenen Tufan’dan en az etkilenecek olan bölgeler tespit edildikten sonra buralara yoğun göçler düzenlemeye baş­lamışlardı. İşte bu bölgelerden biri de Mısır topraklarıydı.
Mısır önce Mu’dan sonra da Atlantis’ten yoğun göçler almıştı. Tarihçilerin bir zamanlar bir türlü içinden çıkamadıkları; “Bir anda böylesine ileri düzeyli bir uygarlık Afrika’nın Kuzeyi’nde nasıl oluşmııştıır” sorusunun cevabı işte bu göç­lerde yatmaktaydı.
Tarihin çok eski dönemlerinden başlayan, Atlantis’le Mu arasında sürekli bir irtibatın olduğu bilinmektedir. Bu irtibat Mu Bilgeliği’nin Atlantis’e taşınmasında çok önemli bir rol görmüştür.
Orta Asya’nın muhtelif yörelerinde buluanan çok eski bir kültüre ait bilgiler veren taştabletlerden elde edilen ezoterik bilgilere göre, Mu’ya indirilen kozmik öğretinin kaynağı “Sirius Kültürü” idi.
Bu tabletlerin içerikleriylc ilgili ilk bilgiler ünlü araştır­macı James Churchward tarafından dünyaya duyurulmuştur, James Churchward kendi anlayışı ile bu bilgileri yorumlamış ve bu öğreti sistemine dünyanın ilk Tek Tanrılı dini adını ver­mişti. Onun Tek Tanrılı din olarak yorumladığı sistem aslında bir din değil, tam anlamıyla kozmik kökenli bir öğretiydi.
Bu öğreti ilk kez Mu’da yaşam bulmuş ve oradan da Atlantis’e taşınmıştır. Ancak zamanla Atlantis’te bu öğreti deje­nere olmuştu. İşte bundan sonrasını tabletler şöyle anlatır:
Tabletler konumuzla çok yakından ilgili olan bir isimden bahsetmektedirler. Bu isim Osiris’tir… Günümüzden 18-20 bin yıl önce yaşamış olan bu kişi­den Atlanlisli bir bilge olarak söz edilmekledir. O dönemler­de Atlantis’te başlayan dejenerasyon had safhaya ulaşmıştı, Osiris bilgisini derinleştirmek üzere doğduğu ülke Atlantis’i terkedip Mu Kıtası’na gitti. Oradaki Naakal Okullan’nda “MU Kozmik Öğretisi” ile ilgili inisiyatik dersler aldı. Daha sonra Atlantis’e geri döndü. Tüm yaşamını Atlantis halkını ay­dınlatmaya ve Mu Kültürü’nü anlatmaya adıyan Osiris, birta­kım çıkarları uğruna Kozmik Öğretiyi yozlaştırmış Atlantis rahip sınıfının etkisi altında oluşan yanlış anlayışları ve uydur­ma kavramları düzeltmeye çalıştı.
http://www.kenseamedia.com/egyptian_gods/images/osiris_color.jpg
Osiris
Halktan çok büyük destek gördü. Halk kısa süre içinde ona büyük bir sevgi ve saygıyla bağlandı. Sonunda Atlantis’in ruhani lideri oldu. Kendisini Atlantis Kralı Uranos’un yerine getirmek istediler. Fakat o bunu kabul etmedi. Ölümünden sonra kendisine bağlı inisiyelerce adının ya­şatılması için, Atlantis’te yaymaya çalıştığı Mu kökenli Koz­mik Öğreti’ye “Osiris Dini” adı verildi. Ve binlerce yıl bu öğ­reti Atlantis’e hakim oldu. ‘
Atlantis’te bunlar yaşanırken, Mu Kıtası’ndan çevre kıta­lara göçler de başlamıştı. Mu’nun önde gelen ırklarından biri olan Nagalar önce Burma’ya oradan da Hindistan’a, sonrasın­da ise iki kola ayrılarak bir kol Babile diğer bir kol ise Kızıldeniz üzerinden “Yukarı Mısır” tabir edilen Afrikan’ın Kuzey Doğu’sundaki Kızıldeniz kıyılarına yerleştiler. Eski tarihi ka­yıtlarda bu bölge ”Maiu” olarak isimlendirilmişti. Yukarı Mı­sır’daki Nübye’de yer alan Maiu, bu günkü Suakin kentinin yakınlarında, Kızıldeniz kıyısındadır.
Bu bölgelerde yerleşim birimlerinin kurulduğunu, hem Mısır kaynaklan hem de Hint kaynaklan teyid etmektedir. Bazı Yunan tarihçilerinin ve filozoflarının “Mısırlılar, Hindistan’dan gelmiş kolonicilerdir” demelerinin altında ya­lan gerçek işte budur.
Kitaplarını Hindistan’daki çeşitli gizli mabetlerdeki ka­yıtlardan yararlanarak kaleme aldığı bilinen dünyaca ünlü Hint tarihçisi Valmiki de, bu konuda son derece açık anlatım­larla bulunmuştur. Örneğin Rişi Mabedi’nin gizli kayıtlanrıdan aldığı bir alıntıda şöyle der:
“Hindistan’dan gelen Mayalar, Mısır’da bir koloni kurdular ve buraya Maiu adını verdiler.”
Ramayana isimli ünlü eserinde ise daha ayrıntılı bir bilgi verir:
“Naakaller önce Hindistan’ın Dekkan bölgesinde yerleştiler. Sonra da dinlerini ve bilgilerini Babil ve Mısır kolonilerine aktar­dılar.”
Kısaca özetlemek gerekirse:
Mısır topraklarına ilk ayak basanlar Mu kolonilerinin Naga koluydu. Nagalar Mu’da Naakaller olarak isimlendirilmekteydi. Bu nedenle eski tarihi kayıtlarda bazen Nagalar ba­zen ise Naakaller olarak bu toplum isimlendirilmiştir. Mu Kıtası batmadan önce gerçekleştirilen bu göç Mısırlılar’ın atalarını oluşturdu. Ancak Mısır, hem bu dönemde hem de Atlantis’in batışına yakın dönemlerde yoğun olarak Atlantis’ten de göç almıştır. Bu nedenle Mısır halkının ataları dedi­ğimiz zaman hem Mulular’ı hem de Atlantisliler’i bir arada ele almak gerekir.
Mısır toplumu o topraklarda sıfırdan başlayarak gelişim gösteren bir uygarlık değil, yapılan göçlerle gelişmiş bir kül­türün buraya taşınmasıyla ortaya çıkmış bir ülkedir Hatta bir değil birbirine son derece benzeyen iki kültürün: Mu ve Atlantis Kültürü’nün…
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/c/c9/Die_Memnonstatuen_zu_Theben_-_French_nach_Schirmer.jpg/726px-Die_Memnonstatuen_zu_Theben_-_French_nach_Schirmer.jpg

Antik Roma’nın Ölüm Arenası: Colosseum

Colosseum’un bulunduğu yerde önceden İmparator Neron’un sarayı vardı. Ama onun bu gösterişli sarayı savurganlığı halkın isyanına neden oldu. Roma, Neron’un ölümünden sonra kanlı savaşlar yaşadı ve saray da yakıldı. Arkasından gelen imparator Vespasion, Colosseum’u işte sarayın bulunduğu alana inşa ettirdi. İnşaat 10 yıldan fazla sürdü. Vespasion’un oğlu Titus burayı M.S 80 yılında tamamladı. 100 gün ve gece süren açılış oyunlarında 5 bin hayvan ve yüzlerce insan kurban edildi. Colosseum’un mimarı bilinmiyor. Zira bir iddiaya göre Titus, kendisinden sonra bir daha böyle ihtişamlı bir yapı yapmasın diye mimarı hayvanlara yem olarak vermişti!
http://sb.westfordk12.us/pages/6gweb/6gss/wtravel10/g/gchris/images/the-colosseum-rome-italy.jpg
TEKNİK ÖZELLİKLERİ
50 bin kişilik, 80 kapılı bu devasa arenanın iç koridorları, içerideki insanların birkaç dakikada tahliye edilmesine olanak verecek şekilde tasarlanmıştı. Oturma düzeni toplumsal sınıflara göre ayarlanmıştı. Elbette ki en önler, soylular için, en arkalar da köleler için ayrılmıştı. Ancak köleler, gösteriler başlamadan önce soyluların yerlerine bir süre oturarak taşları ısıtırlardı! Roma mimarisinin en iyi örneklerinden birisi olan bu yapıdaki, dor, ion ve korint sütunlar birçok Rönesans mimarına ilham vermiş. Bugün yapıdaki gözle görünebilir boşluklar ise demir boşluklarıydı. Demirin pahalı olduğu dönemde, Romalılar yapıdaki bu demirleri söküp, eriterek silah yaparlarmış.
http://us.123rf.com/400wm/400/400/d2b/d2b0710/d2b071000010/1805307-famous-colosseum-or-coliseum-in-rome-flavian-amphitheatre--italy.jpg
GLADYATÖRLERİN KANLI DÖVÜŞLERİ…
Buranın ünü, imparatorların hem kendilerini hem Roma halkını eğlendirmek için düzenledikleri gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinden geliyor. İsmail Erbaş’ın kaleme aldığı bir yazıya göre gladyatör kelimesi, Roma ordusunun resmi piyade silahı olan ‘’gladius’’tan geliyor. Taşı bile kesebilecek kadar sağlam olan bu kılıcı kullanan kişilere de gladyatör deniliyordu.
http://ih3.redbubble.net/work.4179289.3.flat,550x550,075,f.roman-coliseum.jpg
AMAÇ KAHRAMANCA ÖLMEK!
Gladyatörler, kendilerini satın alan gladyatör okulu sahipleri tarafından eğitiliyorlardı. Fiziki kondisyonlarına göre kırmızı, mavi ve yeşil olmak üzere renklere ayrılıyorlardı. Çoğu savaş esiri köleler olan bu eski askerlere, ileri derece dövüş teknikleri ve anatomi dersleri verilirdi. Amaç dövüşte hayatta kalmaktı! Ölünürse bile bunu bir sanat gibi yapmak gerekti. Halka kendini acındırmadan, gururla ölmesini bilmek büyük erdemdi…
HEM İNSANLA HEM HAYVANLA DÖVÜŞ…
Dövüşler esasen 2 gruptu; insanla inansın dövüşmesi ve insanla hayvanın dövüşmesi…
İnsanla hayvan arasında, genellikle sabahları yapılan dövüşlerde arenaya salınacak hayvanlar, değişik yerlerden getirilen yırtıcılardı. Bunlar arasında aslanlar, kaplanlar ve gergedanlar, martılar vardı. Bu hayvanlar arenanın altındaki galerilerde günlerce karanlıkta aç olarak bekletilirler ve yukarı salınmadan önce de kızgın demirlerle dağlanarak daha da vahşi olmaları sağlanırdı. Sonunda beklenen an gelir ve arenanın ortasındaki ‘’mortal’’ (ölüm) denilen kapak açılır ve gladyatör yukarı çıkardı. Ardından ‘’ vital’’ (yaşam) kapağı açılarak vahşi hayvan arenaya salınırdı. Hayvan, binlerce insanın çığlıkları arasında gladyatörü yakalar ve yemeye başlardı. Hayvana karşı yapılan bir dövüşü kazanabilen gladyatöre ‘’rudis’’ denen tahta bir kılıç armağan edilirdi. Bu kılıcı kazanan kişi artık özgür sayılırdı. İsterse mesleği bırakıp yeni bir hayat kurabilir yada okulda kalıp öğretmenlik yapabilirdi. Ama rudis kazanan pek çok gladyatörün dövüşlere devam ettiği bilinirdi. Bu kişilere ayrıca bir de ‘’doctor’’ ünvanı verilirdi ki bu da ölümcül bir tehlikeye karşı savaşarak hayatta kalmasını öğretecek derecede iyi bilen kişi anlamına gelirdi…
http://www.altraverse.com/mn/nw/051104/coliseum-07.jpg
VAHŞİ HAYVANLARA KARŞI
Öğleden sonraları yapılan insan insana olan dövüşlerde ise kaybeden kişi, imparatorun başparmağını havaya yahut yere doğru çevirmesiyle hayatta kalır ya da son darbeyi alarak yaşamını yitirirdi. Kazananın ise bir sonraki dövüşte sağ kalıp kalmayacağı belli değildi.
O dönemin gladyatör okulları gezici kumpanyalar gibi eyaletleri dolaşıp amfitiyatrolarda gösteriler yaparak, sahiplerine büyük paralar kazandırırlardı. Gidilen şehirlerde günler öncesinden yazılan ilanlarla dövüşler anlatılarak biletler satılırdı. Ricacılara ve alkışçılara bedava biletler verilerek de katılımın artması sağlanırdı.
Halkın bu gösterilere büyük ilgisi oluyordu. Devletler de gelişen bu sektörden memnundu. Zira bir yandan halk günlük sıkıntılardan uzaklaştırılıp, deşarj olması sağlanırken, öte yandan da amaç gençleri savaşçı ruha özendirmekti.
http://i.milliyet.com.tr/GaleriHaber/2011/09/09/fft20_mf1612593.Jpeg
GLADYATÖRÜN SON AKŞAM YEMEĞİ
Ölüm dövüşüne çıkacak olan kişiye bir gece önce mükellef bir yemek verilirdi. Halka açık olan bu ziyafette gladyatör aile ve arkadaşlarıyla son kez biraya gelirdi. Yarın sağ kalıp kalmayacağını bilmeyen gladyatör, ölüm ihtimaline karşı vasiyetlerini açıklardı. Ailesi olmayanların tek vasiyeti ise genelde bir mezar taşı olurdu… Ziyafet bitip herkes gidince yalnız kalan gladyatörler, dua etmeye başlarlardı. Belki de yarın kendisini öldürecek arkadaşı için tanrıya yakarırdı!
Bu dövüşlere sadece esirler değil özgür insanlar, gönüllüler, para ve şöhret kazanmak isteyenler de çıkardı. Arenaya çıkan kim olursa olsun ölümü göze almış demekti. Hiç olarak ölmektense bir kahraman olarak ölüme meydan okuyarak ölmek cazipti çünkü
Arenaya çıkan gladyatörler dövüşe başlamanda önce, imparatora şunu söylerlerdi; ‘’Birazdan ölecek olanlar seni selamlıyor…’’
http://i.milliyet.com.tr/GaleriHaber/2011/09/09/fft20_mf1612594.Jpeg
GLADYATÖR KANINDAN AŞK İKSİRİ
Tüm kadınlar bu kahraman gladyatörlere aşıktı, onlarla bir aşk kaçamağı hayal etmeyen Romalı kadın yok gibiydi.  Gençkızlar yataklarının başuçlarına onarlın isimlerini kazırlardı. Dövüşlerin hemen ardından Romalı kadınlar, kendilerini arenaya atarak, ölen gladyatörlerin kanlarından ve kasıklarından akan terlerden almaya çalışırlardı. Çünkü bunlarla yapılan bir aşk iksirinin erkeleri kendilerine aşık edeceğine inanırlardı. Kanı yada teri alınan gladyatör ne kadar güçlü ise iksirin de o kadar etkili olacağı düşünülürdü. Hatta bazı soylu kadınların bunun için büyük rüşvetler verdikleri
http://i.milliyet.com.tr/GaleriHaber/2011/09/09/fft20_mf1612595.Jpeg
ÖLÜMDEN YAŞAMA…
Gladyatör dövüşleri haricinde, halk gösterileri, taklit deniz savaşları, hayvan avcılığı, infazlar, meşhur savaşların yeniden canlandırılması, klasik mitolojiye dayanan dramalar için de kullanılmış olan bu köklü mekan,  Roma İmparatorluğu’nun uzun zamandan beri ikonik sembolüdür. Roma’nın en çok turist çeken yerlerinden biri olan Colesseum, 7 Temmuz 2007 tarihinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri seçilmiştir.
Kullanıldığı 300 yıl boyunca 300 bin kişinin can verdiği bu arenada, günümüzde
dünyanın herhangi bir yerinde idam cezası kalktığında ışıklar 1 hafta gece gündüz açık bırakılıyor. Yani antik Roma’da ölümü temsil eden yapı, günümüz İtalya’sında ölüm cezasına muhalefetin simgesidir.
Eğer Roma’ya, özellikle de Colesseum’a gitmeyi düşünüyorsanız bizden uyarması;
burası dünyanın en çok hayalet görülen yerlerinden biri! En sık görülen doğa üstü olaylar ise, koltuklarda oturan Romalılar, kılıç ve tezahürat sesleri ve Colesseum’un girişinde nöbet tutan Romalı bir asker…

Meluncanlar (Melungeons) Kimdir?


Konuyu bilimsel olarak ilk defa ortaya koyan ve Meluncanlar’ın lideri ve sözcüsü olan, Meluncan Vakfı kurucusu Dr. Brent Kennedy ekibiyle yaptığı tıbbi, etnolojik, arkeolojik ve sosyolojik araştırmalara ve İngiliz tarihçisi David Hakluyt’un kitabında yazdıklarına göre Meluncanlar’ın ortaya çıkışı şöyledir:
1500 – 1600 yılları arasında Akdeniz, Cebeli Tarık Boğazı ve Fas kıyılarında meydana gelen Osmanlı Portekiz deniz savaşlarında Portekizliler, Osmanlı leventlerini esir ederek forsa yapıp Birezilya’ya gotürdüler. Daha sonra İngiliz Amiral Sir Francis Drake leventleri Portekizliler’in elinden kurtararak sizi geri Osmanlı’ya gotüreceğim diyerek gemilerine alır. Ancak yolda fırtına çıkması sebebiyle ve ikmal yapmak için uğradığı bugünkü Carolina eyaletine 2-3 mil yakınlıktaki Raonake Adası’nda daha önce Amerika’ya giden İngilizler’le karşılaşır.
Oradaki İngilizler, Amiral’e Amerika”ya alışamadıklarını, geri İngiltere’ye dönmek istediklerini söylerler. Bunun üzeri Amiral, İngiliz sayısı kadar Osmanlı leventinin gemilerden inmesini ve kendisiden 3-4 hafta sonra adaya gelecek Walter Raleigh adında diğer bir İngiliz Amiral’in gemilerine binerek Osmanlı topraklarına dönebileceklerini söyler. Gemilerde kalan 100 kadar levent ise fidye karşılığı Osmanlı Devletine verilir. Bu husus tarihçi David Hakluyt’un kitabında belirtilmektedir.
Ayrıca olayın Osmanlı Arşivleri’nden de teyidi için araştırmalar yapılmaktadır. Adada kalan 300-400 civarındaki levent ise Amiral Raleigh’in gelmesini beklemeden İngilizler’in adaya geldikleri teknelere binerek ana karaya çıkıp orada bulunan Kızılderili kabilelerinin kızları ile evlenirler ve ortaya Türk asıllı Meluncanlar çıkar.
“ MELUNCAN” KELİMESİNİN ANLAMI NEDİR?

Başlarından böyle büyük bir macera geçen, esir alınarak hiç bilmedikleri diyarlarda yaşamak mecburiyetinde kalan bu insanlar Tanrı’nın kendilerini lanetlediklerini düşünerek kendilerine “lanetli” anlamına gelen “Melun” demişler ve sonuna da “can” ekleyerek, kendilerini “Meluncan” olarak adlandırmışlardır. Yapılan araştırmalarda İngilizce’de, İspanyoca’da ve Portekizce’de böyle bir kelimeye rastlanmamıştır.
http://www.tallarmeniantale.com/pics/MELUNGEON.JPG
DR. BRENT KENNEDY KİMDİR?
Dr. Kennedy saf kan bir Meluncandır. Kendisni Türk asıllı Amerikalı addetmektedir. Türk olduğundan dolayı gurur duymaktadır. Resmi şekilde olmasa bile ismini Nabi Bülent Egeli olarak değiştirmiştir. Halkla ilişkiler üzerine doktorası vardır. Şu anda büyük çoğunluğu Meluncan olan Virjinya, Wise şehrinde bulunan ve yine hem öğretim görevlilerinin hem de öğrencilerinin çoğu Meluncan olan Clinch Valley College’da Rektör Yardımcısı’dır. Evli ve bir çocuk sahibidir.
DR.KENNEDY MELUNCAN OLAYINI NASIL VE NEDEN ORTAYA ÇIKARMIŞTIR;
Dr. Kennedy, 8 sene önce ağır bir şekilde hastalanarak eşi tarafından hastaneye kaldırılır. Yapılan tahlil ve tetkiklerde, kendisinde; Akdeniz anemisi, Akdeniz ateşi gibi yalnız Akdeniz havzasında yaşayan insanlarda bulunan hastalıklar çıkar. Kendi kendine; Amerika’dan hiç çıkmayan birisi olarak nasıl olur da Akdeniz hastalıklarına yakalanabilirim diyerek genlerini ve atalarının köklerini araştırmk ihtiyacını duyar. 200 Meluncan’da yapılan gen ve DNA araştırmalarının hepsinde Doğu Akdeniz ve Türk genleri ortaya çıkar. Zaten Meluncanlar da derilerinin renginden ötürü Anglo-Saksonlar tarafından hep aşağılanmış, öldürülmüş, toprakları ve evleri ellerinden alınmış, iş bulamamış, kendi işlerini kuramamış,oy hakları olmamıştır. Bu mücadeleler yapılırken Appalachian Dağları’nın eteklerine kadar çekilmişlerdir. Şimdi, Brent Kennedy bu çekilen sıkıntıları unutturmak ve halkına köklerini, nereden geldiklerini, kimliklerini açıklamak için olağanüstü gayret sarfetmektedir. Bu iş için “Yeni Hayat Bulan Gururlu İnsanlar: Meluncanlar” adında bir kitap yazmıştır. Ayrıca yine kimliklerini, kendilerine ve dünyaya tanıtmak için; “ Unutulan İnsanlar, Meluncanlar” isimli dökümanter bir filmin hazırlanmasına devam edilmektedir. Kennedy bu film için kendi birikimi olan 350.000$ harcamıştır. Film çekimini, 6 Emmy Ödülü sahibi olan ve Atlanta Olimpiyatları tanıtım filmini hazırlayan Van Der Kloot Film ve Televizyon şirketi yapmıştır. Film ticari bir amaç gütmemektedir. 1996 yılı Nisan ve Mayıs aylarında ABD’deki ve diğer ülkelerdeki büyük TV kanallarına gösterilecektir. Ayrıca Kennedy elde ettiği son belge ve bulgulara istinaden Türk bağlantısını tam olarak belgeleyen ikinci bir kitap yazmaktadır.
KENNEDY’NİN MELUNCANLARLA İLGİLİ TÜRK BAĞLANTISI NASIL KURULMUŞTUR:
Araştırmalar için kendi imkanlar yetmeyince, Kennedy, 1994 yılı Mayıs ayında Washington Büyükelçimiz Sayın Nüzhet Kandemir’e başvurmuş, hem filmin Türk kökenleri ile ilgili bölümlerinin çekilmesi hem de konunun akademik olarak incelenmesi için maddi ve bilimsel konularda yardım istemiştir. Bunun üzerine Büyükelçi, Sayın Barış Manço’nun Brent Kennedy ile görüşüp bir röportaj yapmasını sağlamıştır. Röpörtajın “7’den 77’ye” programında yayınlanmasından sonra konuya çok ilgi duyan Abatur Seyahat Acenası’nın sahibi Mehmet Topçak, Büyükelçilikten Kennedy’nin adresini alarak temas kurup hangi konularda yardım istediğini sormuştur. Kennedy ise Türkiye’ye gelerek ataları ile ilgili film çekmek ve konu ile ilgili bilimsel araştırmalar yapılmasını istediklerini belirtmiştir. Mehmet Topçak’ın Turizm Bakanlığı’na yapmış olduğu başvuru Bakanlıkça olumlu karşılanınca film ekibi ve Kennedy’nin yol ve Türkiye’deki konaklama masrafları Turizm Bakanlığı tarafından üstlenilmiştir. Bunun üzerine 24 Nisan – 7 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da Topkapı ve Dolmabahçe Sarayları, Sultanahmet Camisi, Kapalıçarşı, müzeler, Boğaziçi, cadde ve sokakalar, İzmir’de Efes Antik Kenti, Denizli’de Pamukkale ve Çeşme Dalyan’da çekimler yapılmıştır. Çeşme’deki çekimlerde daha çok Meluncanlar’ın Anadolu’daki sahil yörelerinden giden leventlerin torunları olduğunu kanıtlamak için insanların yüz, profil ve beden çekimleri yapılmıştır. İki halk arasındaki ten ve göz renklerinin benzerliği hayret yaratmıştır. Bu arada da Marmara ve İstanbul Üniversiteleri Tarih Bölümleri ile Osmanlı Devlet arşivleri, Deniz Müzesi ile temaslar kurularak bilimsel araştırmalar başlatılmıştır.
MELUNCANLAR’IN TÜRK SOYUNDAN GELDİKLERİNE DAİR BENZERLİKLER NELERDİR
Brent Kenndey ve Mehmet Topçak’ın karşılıklı görüşerek ortaya çıkardıkları benzerlikler şunlardır:
1) Meluncanlar’ın dokudukları kilim ve battaniyelerin desenleriyle Türk motifleri arasında büyük benzerlikler vardır.
2) Amerika’da bilinmeyen ve yenilmeyen bulgurun çeşitli yemeklerini yapmaktadırlar ve bulgura ‘bulcur’ demektedirler.
3) Yine Amerika’da pek tercih edilmeyen kuzu ve koyun eti yemektedirler.
4) Nazar değmesin diye tahtaya vurup kulak çekmektedirler.
5) ‘sus’ karşılığı olara ‘şuş demektedirler.
6) Doyduklarını belirtmek için çenelerinin altına ellerinin tersiyle birkaç kez dokunmaktadırlar.
7) Sünnet olmaktadırlar.
8 ) Siftah yapınca parayı sakallarına sürmektedirler.
9) Bibirleriyle karşılaşınca kucaklaşıp Türkler gibi elle sırta vurmaktadırlar.
10) Amerika’da hiç olmayan erkeklerin birbirleriyle öpüşme adetleri vardır.
11) Kendi halk oyunlarında bizim atalarımızla aynı olan dansları vardır.
12) Kanun ve kemençe benzeri sazları vardır.
13) Üzülünce dertlerini dağıtmak için ‘ne gam’ yerine ‘ne gami’ diyorlar.
14) Yemekleri bizimkiler gibi soğanlı salçalı ve baharatlı pişiriyorlar.
15) Hayır yerine bazen bizdeki gibi ‘cık’ sesi çıkarıyorlar.
16) Aile bağları bizdeki gibi kuvvetli.
17) Brent Kennedy’nin dedesine ait asanın tutacak yeri sekizgen şeklinde olup bunun içindeki daire şeklinin içinde de bayrağımızdaki ay ve önünde de artı işareti var. Bu yıldızı da temsil edebilir Hristiyanlığın haçını da temsil edebilir.Zaten Barbaros Hayrettin Paşa’nın donanma bayarağındada semai üç dini temsil eden ay, haç ve Museviliğin sembolü altıgen yıldız bulunmaktadır.Ayrıca Melunanlar hiçbir Hristiyan mezhep ve kilisesine bağlı değildir ve iyi bir hristiyan olarak sayılmamaktadırlar.
18) Eskiden güneye dönerek günde beş vakit yere çömelip kalkıp bazı hareketler yaptkları söyleniyor. Bunu en mantıklı açıklaması olarak önceleri namaz kıldıkları daha sonraları asimilasyon neticesinde dini unuttukları düşünülmektedir.
19) Leventlerin kızlarıyla evlendikleri kızıldereli kabilelerinin birinin şefi başına İngilizcesi ‘turban’ olan sarık takarmış.
20) Eskiden kadınlar bizde de olduğu gibi erkeklerin arkasından yürürmüş.
21) Misafirperverlikleri de aynı biz de olduğu gibidir.
22) Fiziksel özellikleri de Türkler’e çok benzemektedir.